Uluslararası Radikalizm Gözlemevi
+905534025560info@urad.com.tr06560, Söğütözü Cad. No:43 Ankara, Turkiye
Selefilik, 19. yüzyılda Sünni İslam içerisinde ortaya çıkan, İslam’ın tek meşru dini yorumu olduğunu iddia eden ve tevhîd (Tanrı’nın birliği) kavramını merkezine alan bir harekettir. Selefilik, tarihsel gerileme yoluyla teolojik ilerlemeyi ve İslam’ın altın çağındaki geçmiş saflığını ve ihtişamını yeniden canlandırmayı savunan nostaljik bir harekettir. Selefiler, İslam’ın ilk üç asrında total olarak bulunduğuna inandıkları “saf” ve “gerçek” İslam’a “geri dönebileceklerine” inanırlar.
Teolojik söylemlerinin başında tevhîd kavramına yükledikleri anlam öne çıkmaktadır. Tevhîd ile ilgili ön kabulleri (tanım ve tasnifleri), Müslümanları şirk ve küfür ile itham etmelerine ve buna bağlı olarak da birtakım sosyolojik sonuçlara yol açmaktadır. Selefilere göre, bir kimsenin kendisini Müslüman olarak tanımlaması yetmez. Selefilerin tevhîd ilkesine göre Müslüman olmanın birtakım şartları vardır. Allah’tan başka ilah olmadığına, Peygamberine ve indirdiği kitaba iman etmek yeterli değildir. Müslüman olduğunu iddia edenin aynı zamanda Allah dışındaki tüm ilahları reddettiğini de beyan etmesi zorunludur.
Peki nedir bu reddedilmesi gereken ilahlar? Demokrasi, laiklik, Tasavvuf, bir itikadi mezhebe uymak bu reddedilmesi gerekenler arasındadır. Peki bunu nereden ve nasıl çıkarıyorlar? Bu tamamen onların tevhîd tanımı ve tasnifinden çıkarılmıştır. Bu yüzden Selefilerin Tevhîd tanımı ve tasnifi, tasnif açısından kimi İslam alimlerinin eserlerinde olsa da köksüz, zeminsiz, daha önce duymadığımız birtakım iddia ve içerimlere sahiptir. Evet, yanlış anlamadınız. “Saf” ve “gerçek” İslam’ı temsil ettiğini iddia eden Selefilerin tevhîd tanımı ve tasnifi ne Kur’ân’da ne de temsil ettiklerini söyledikleri ilk üç nesilde bulunan bir tanım ve tasniftir.
Daha açık bir ifadeyle Selefilerin temsil ettiğini söyledikleri, her türlü görüşlerini dayandırmak için merkeze koydukları tevhîd tanımları ve tasnifler uydurma, sonradan icat edilmiş, bid’at bir kurgudur. Bu yazı şimdi kısaca size bunun kanıtlarını sunacaktır.
1. Selefilerin Tevhîd Tanımı ve Tasnifi
Selefîler tevhîdi üç kısma bölerek izah ederler.
1. Rubûbiyyet Tevhîdi: Rabb; yaratan, düzenleyen, sahip olan ve terbiye eden demektir. Rububiyet tevhîdi, Allah’ı fiillerinde birlemek ve O’nun (cc) yaptıklarına O’ndan başkasının güç yetiremeyeceğine inanmaktır. Kelime anlamı olarak Allah’ın Rablığı’nda birliği (bir olduğu) anlamına gelir. Selefî öğretilerde bu tür tevhîd, diğer iki tür kadar güçlü bir şekilde vurgulanmaz çünkü ironiktir ki çok az insanın evrenin tek yaratıcısı olduğu konusunda hemfikir olmadığına inanırlar. Ayrıca, Hz. Muhammed zamanındaki Arap müşriklerinin bile tevhîdin bu türüne inandıklarını iddia ederler. Dolayısıyla, tevhîdü’r-rubüyyeyi tasdik etmek Müslümanlar için bir gereklilik olsa da Selefîler bunun Allah’ın elçilerini göndermesinin ana nedeni olduğuna inanmazlar.
2. Ulûhiyet Tevhîdi: İlah; kendisine ibadet edilendir. Uluhiyet tevhîdi; kulun ibadet cinsinden olan fiillerini sadece Allah’a yapması, hiçbir şeyi O’na ortak/şirk koşmamasıdır. İbadet cinsinden olan dua, adak, namaz, tavaf ve yasa yapma hakkının verilmesi gibi amellerden birini dahi Allah (cc) dışında bir varlığa, şahsa ya da kuruma veren, Allah’ın dışında ilah edinmiştir. Ortağı olmayan Allah’tan başkasına dua ve ricada bulunmak, başkasından medet ummak, büyük bir melek ve bir peygamber için bile kurban kesmek bu tür tevhîde aykırıdır. Tevhîd-i ulûhiyyenin peygamberlerin getirdiği tevhîd olduğunu İbn Teymiyye ısrarla vurgulamaktadır.
3. Esma ve Sıfat Tevhîdi: Esmâ ve sıfat tevhîdi; azamet, celâl, cemâl gibi vasıflara tüm yönlerden en mükemmel biçimde yalnızca Allah’ın sahip olduğuna inanmak, hiçbir şekilde hiçbir varlığın bu vasıflarda O’na ortak olmadığını ve olamayacağını kabul etmek demektir. Bunun yolu da Allah ve Rasûlü’nün kabul ettiği bütün sıfatları, isimleri mana ve hükümleri ile Kitab (Kur’ân) ve sünnette bildirildiği biçimde ve Allah’ın azamet ve celaline uygun olacak şekilde kabul etmektir.
Yukarıda gördüğümüz gibi Selefîler için Tevhîd tasnifinin temel iddiaları şunlardır:
1. Müşrikler Tevhîd-i Rubûbiyyeti kabul eder Tevhîd-i Ulûhiyyeti reddederler.
2. Peygamberler Tevhîd-i Ulûhiyyeti tespit için gönderilmiştir.
3. Tevhîd-i Ulûhiyyet tüm ibadetleri Allah’a has kılmayı içerir.
4. Müslümanlar Tevhîd-i Ulûhiyyeti yerine getirmezse müşrik kabul edilirler.
2. Selefiliğin İddialarının Aslı Var mı?
Birçok klasik metinde tevhîd, rubûbiyyet ve ulûhiyyet kavramlarına elbette rastlanmaktadır. Bu da gayet doğaldır çünkü Allah’ın Rab ve İlah isimleri gereği birçok alim bu terimleri elbette kullanmıştır. Burada asıl mesele bu terimlerin yukarıda bahsettiğimiz 1, 2, 3 ve 4. maddelerdeki anlamları içerecek biçimde ilk dönemde kullanılıp kullanılmadığıdır.
Bu terimlerin İbn Teymiyye’den önce bu anlamlarıyla kullanılmadığının bizatihi delili İbn Teymiyye’nin kendisidir. Kendisinden önceki kelamcıların bu meseleyi doğru anlayamadığını, kelamcıların tevhîdi itikadi olarak ele alıp ameli ve ibadet tevhîdine değinmediklerini söyler. Nitetim İbn Teymmiye’den çok önce yaşamış ünlü hadis alimi Ebü’l-Kāsım el-Lâlekâî’nin (ö. 418/1027) İtikâdü Ehli Sünne ve’l-cemaa adlı eserinde de Selefilerin inanç açısından önem verdikleri bu mesele yer almamaktadır. Aslında, İbn Teymiyye haklıdır; bırakın bu meseleyi İbn Teymiyye gibi anlamayı ondan önce ünlü Hadis alimlerinin eserlerinde bile bu tanımlara bu anlamları yükleyen metinler bulmak oldukça zordur. Hatta Selef akidesi adıyla anılan klasik dönem eserlerinde bile bu konunun bulunmaması, kavramlar arasında doktriner bir farklılığa gidilmemesi İbn Teymiyye’nin bu tarihsel tespitinin sadece kelamcılar için değil genelde Ehl-i hadis özelde ise kendi geleneği olan Hanbeli geleneği için de geçerli olduğunu söylememize imkân verir.
Kur’ân’da rubûbiyyet tevhîdi ile ulûhiyyet tevhîdinin ayrı olduğu müşriklerin rubûbiyyet tevhîdini kabul edip ulûhiyyet tevhîdinde şirke düştükleri iddiasını da doğrulamak pek mümkün gözükmüyor. Bu konuda Selefiler “Şayet o inkârcılara, “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı yasalarına boyun eğdiren kimdir?” diye soracak olsan, hiç tereddütsüz “Allah’tır” derler” (Ankebut, 61) ayetine sıkça başvururlar.
Oysa müfessirler buradaki “derler” ifadesinden buna iman ederler anlamını çıkarmazlar. Müşriklerin bu ifadesi lafzi olarak anlaşılmalıdır. Yoksa Allah’ı tasdik ederler denirdi çünkü müşrikler aslında buna inanmayıp Allah’a -hâşâ- kızlar, eşler nispet edip ortaklar koşmaktadırlar. (Nahl, 57, İsra, 40, Enbiya, 26) Bu sebeple sadece “demek” lafzı onu tasdik etmek, ona iman etmek anlamına gelmez. Yani, müşriklerin İslam’ın tevhîd inancı açısından Allah’ı kabul ettikleri bu ayetle delillendirilemez. Kur’ân bu açıdan sürekli varlığı kuşatan, bilen, ona hükmeden, onu yaratan, dualara karşılık veren tek bir İlah anlayışını ispatlamaya çalışır. Eğer müşrikler Allah’ı bilselerdi onlara ispat etmek anlamsız olurdu. Ayrıca buradaki “derler” ifadesi sözlü bir bildirimi ifade eder. Oysa Ehl-i sünnet’in genel prensibi ve ittifak ettiği husus, imanın kalbin tasdiki olduğu, dil ile ikrarın ise dünyada o kişiye mümin muamelesi için bir şart olduğudur. Bu noktada kendilerini Ehl-i sünnetin önderleri olan selef nesline nispet edenler, müşriklerin “derler” lafzından iman çıkarıyorlar ise iman tanımlarında tasdiki değil kınadıkları mürcie gibi sadece dil ile ikrarı dikkate alıyorlar demektir.
Kur’ân’da şirk inancının en önemli unsurlarından biri de ahiret inancına inanmamaktır. Kur’ân’ın ifadesiyle “Onlar, Allah’ın ölen birini diriltmeyeceğine dair en büyük yeminleri” (Nahl, 38) ediyorlardı. Yine onlar Casiye suresi 24. âyette buyurulduğu gibi: “Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi öldüren ise zamandan başkası değildir” demiyorlar mıydı?
Müşriklerin bir diğer özelliği de vahyi ve Peygamber’i reddetmeleridir. Müşrikler, Allah Resulüne “Ey kendisine vahiy gelen adam! Sen kesinlikle cinlere kapılmış birisin!”, diyorlardı. “Bu Kur’ân, eskilerin masallarından başka bir şey değildir” (En’am, 25) diyerek vahye iftira atıyorlardı. Kur’ân’da müşrikler yalnızca puta tapan, aracılar kabul eden insanlar değildi, aksine Rab ve İlah kavramları konusunda da zihniyetleri bozuk olduğundan peygamberliği, ahireti ve vahyi de inkâr ediyorlardı. Bu yüzden Mekke müşriklerini kitabî olmayanlar olarak isimlendiren İmam Mâtürîdî oldukça haklıdır. Zira vahyî olan her din bir ilah, peygamber ve kitap inancına sahiptir. Bu konuda inhiraflar olsa bile en azından asgari düzeyde bu temel inançlara sahip olurlar. Oysa kitabî olmayan bir inancın tanrı tasavvuru, nübüvvet ve vahiy tasavvuru da farklı olacaktır.
Ayrıca İbn Teymiyye ve Selefilerin iddia ettiği gibi Câhiliye müşrikleri kâinatı yaratan ve her şeyin sahibi olan bir ilahı kabul etmiş olsalardı ona ikincil yardımcılar atarlar mıydı? Bu bile onların Kur’ân’ın sınırlarını çizdiği gibi aşkın, her şeye gücü yeten, mutlak kadir bir Tanrı tasavvuruna sahip olmadıklarını gösterir.
Bir diğer husus Selefilerin Rab kelimesini yaratma ve rızık vermeye İlah kelimesini ise ibadete tahsis etmeleridir. Oysa Kur’ân da birçok ayette Rab kelimesi ile ibadet birlikte anılır. Söz gelimi Meryem suresi 36. ayette “Doğrusu Allah benim de sizin de Rabbinizdir. O’na kulluk edin, bu doğru yoldur.” derken Rabbe ibadet-kulluk edilmesi istenir. Yine Hac Suresi 77. Ayette de “Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye kapanın, rabbinize ibadet edin” buyurulur. Dolayısıyla Selefilerin Rab ile İlah, Rububiyet ile Uluhiyeti birbirinden ayıran delilleri bizzat Kur’ân tarafından reddedilir.
Elimizdeki en sarih tarihsel kaynak olarak İbn Teymiyye’nin el-İstigase adlı eserindeki tevhîd tasnifine bakacak olursak İbn Teymiyye’nin, teolojik polemiklerinde sık sık Tevhîdden bahsederken onu ikiye ayırdığını görürüz. Ona göre Peygamberler ve onların ümmetleri arasında, Cehennemden kaçmak ve Cennete girmek için rubûbiyet tevhîdinin yeteceğine inananlar yanılmışlardır. Kelam alimleri ve sufilerin bildiği tevhîd ise sadece rubûbiyet tevhîdidir. Arap müşrikleri de sadece bu tevhîdi bilmektedirler. Bu yüzden günümüzde Kabirlere tapanların (kabir ziyareti ve dua okumayı kastediyor), Arap müşriklerden daha tehlikeli olarak görür. Ona göre, Arap müşrikleri Allah’ın kendilerine rızık veren olduğunu bilirken günümüz kabirlere tapan müşrikler rızkı bir başkasından istemektedirler.
İbn Teymiyye’nin tevhîd ikilemindeki kilit nokta, Hz. Muhammed zamanında Arabistan’daki müşriklerle ilgilidir. İbn Teymiyye’ye göre bu putperest Araplar aslında pagan değillerdi. Tevhîd-i ulûhiyye bakımından müşriklerken aslında tevhîd-i rubûbiyye bakımından tevhîd ehli idiler. Bu iddianın doğruluğunu ispatlamak için Kuran’ın birçok ayetinden, özellikle de 31:25, 29:61 ve 23:84-89’uncu ayetlerden yararlanır. Bu ayetlerin ilkinde Allah, Peygamberine müşrik Araplar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan ‘Allah’ diyecekler.” İbn Teymiyye’ye göre bu âyet ve diğerleri, önceki kâfirlerin tek bir Allah’a inandıklarını ancak yine de O’na olan inançlarının onları İslam dairesine sokmadığını göstermektedir. Onların hata ettikleri yer, ibadette Allah’a ortak koşmak, başkalarını da Allah gibi sevmek, Allah’a yaklaşmak için aracı (vesâil) veya kıyamet gününde Allah’ın katında şefaat dilemek için şefaatçi olarak ortak koşmak olmuştur.
İbn Teymiyye, müşrik Arapların bu ortakları yaratıcı ilahlar olarak değil, sadece aracı olarak kabul ettiklerine delil olarak Kur’ân’ın 10:18 ve 39:3 gibi ayetlerine başvurur. Bunlardan birincisinde müşrik Araplar, “Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir” derken ikincisinde ise “Biz onlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” demektedirler. Putperest Arapların rubûbiyyet tevhîdini tasdik ettikleri iddiası İbn Teymiyye’nin eserlerinde sıkça değindiği bir husustur. Evliya kültünü tartışırken bu konuyu özellikle vurgular ve tıpkı kendilerinden önceki putperest Arapların yaptığı gibi, ölü şahısları (velileri) Tanrı’ya aracı koştuklarını savunur.
Bunzel Wahhābism The History of a Militant Islamic Movement çalışmasında temel aldığı kaynaklardan biri olan ve muhtemelen 1742’de yazıldığı bilinen İbn Abdülvehhâb el-Kalimât fî bayâni’ş-şehâdat an lâ ilâhe illâllah adlı risalede, Kur’ân’daki 10:18, 39:3 ve 10:31 ve 23:84-89 ayetlere dayanarak İbn Teymiyye’ye çok benzer biçimde putperest Arapların rubûbiyet tevhîdini kabul ettiklerini ve putlarına sadece şefaat ve Allah’a yakınlık elde etmek için taptıklarını göstermeye çalışır. Bu risaledeki argümanları İbn Teymiyye ile çok benzerlik taşır. Bir mektubunda İbn Abdulvehhab tevhîdi ikiye ayırır ve şöyle der: “Tevhîd iki çeşittir: Tevhîdu’r-rubûbiyye ve tevhîdu’l-ulûhiyye. Tevhîdu’r-rubûbiyye kâfirlerin tasdik ettikleri halde Müslüman olmadıkları şeylerdir. Allah’ın yaratıcı ve rızık veren, dirilten ve öldüren, her işi tanzim eden olduğunu tasdik etmektir... Tevhîdu’l-ulûhiyye ise, ibadetin her türlüsünü sadece Allah’a yöneltmektir.”
Aslında İbn Abdulvehhab ve İbn Teymiyye’nin hedefleri bu taksimi sufilere karşı genişletmektir. Bununla birlikte, şemanın içeriği ve sunumu açısından iki ilim adamı arasında çeşitli farklılıklar vardır. Bunzel’e göre İbn Abdulvehhab iki tane ekleme yapmıştır. Bunlardan birincisi putperest Arapların rubûbiyyet tevhîdini kabul ettikleri -farklı aracılar edindikleri için Peygamber’in ayrım gözetmeden- yani aracının niteliğine bakılmaksızın hepsiyle savaştığını ileri sürmesidir. İkincisi ise günümüzün müşriklerinin (el-müşrikûn fi zamâninâ) -yani, İbn Abdulvehhab tarafından müşrik sayılan Müslümanların- nitelik olarak Arabistan’ın müşriklerinden daha kötü olduklarını iddia etmesidir.
İbn Abdülvehhâb’a göre, zamanının müşrikleri iki sebeple daha kötüdür. Birincisi, eski müşriklerin şirki kesintili iken günümüz müşriklerinin şirki sabittir. Eski müşrikler sadece bazen şirk koşarlardı, rahatlık zamanlarında aracılarını çağırırlardı ama zorluk zamanlarında aracılarını bırakıp doğrudan Allah’a ibadet ederlerdi. Bugünkü müşrikler ise kolaylıkta da zorlukta da aracılarına başvurarak hep şirk koşmaktadırlar. İbn Abdülvehhâb’a göre, döneminin Müslümanlarının önceki müşriklerden daha kötü olmasının ikinci sebebi, şimdiki müşriklerin gerçekten insanların en aşağılıklarına, zina edenlere, hırsızlık yapanlara ve diğer şeylerin yanı sıra namazı ihmal edenlere tapmalarıdır. İbn Abdulvehhab’ın altını çizdiği bu farklılık radikal Selefî gruplara, Müslüman bile olsa sûfîlerle, Allah’ın kanunlarını uygulamayanlarla yani müşriklerle sürekli savaşmayı meşrulaştırmış oldu. Aslında bu durum, Müslüman öldürmeye de teolojik bir gerekçe oluşturdu. Çünkü ulûhiyyet tevhîdinin bir başka yansıması hatta taksimin genişlemesini sağlayan şey de hâkimiyet kavramı oldu. Oysa bir hükmü uygulamak başka onu reddetmek, inkâr etmek başkadır. Bu ayrıma gitmediğimizde el kesme cezasını kısa süreli de olsa askıya alan Hz. Ömer’in bile tekfir edilmesi mümkün hale gelir.
Sonuç
Sonuç olarak, Selefilerin üçlü tevhîd tasnifi İbn Teymiyye ile başlamış ve İbn Abdülvehhâb tarafından da geliştirilmiştir. Bu tasnif ve onun dayanakları ne Selef asrında ne de Kur’ân’da bulunmaktadır. Tevhîdin üçlü taksimi ve onun üzerine bina edilen argümanlar bizim Ehl-i hadis ya da Hanbelî teolojisinde doğrudan bulamadığımız iddialar taşımaktadır. Bu açıdan bidat silahına sık sık sarılan Selefilerin, üzerinde en çok durdukları ve teolojilerinin omurgasını oluşturan “tevhîd doktrininin” bizzat kendisinin bidat olduğunu söyleyebiliriz. Buhari’nin el-Câmiu’s-Sahîh’inin son bölümünü oluşturan Kitâbu’t-Tevhîd bahsinde haberî sıfatlar haricinde hiçbir şey bulunmaz. Sonuç olarak tevhîd tasnifini kabul eden Selefîliği gelenekte yer alan Ehl-i hadis ya da Hanbeli teolojinin bir devamı değil aslında gelenekten bir kopuş olarak tarihlemek ve ona bid’at fırka muamelesi yapmak gerekmektedir.
Prof. Dr.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2001 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kelam Anabilim dalında doktorasını tamamladı. 2002-2003 yılları arasında Kırgızistan OŞ Devlet Üniversitesi’nde çalıştı. 2009 yılında doçent oldu. 2014 Yılında Hitit Üniversitesi Kelam ABD Profesör olarak ... [Profili gör]
Latife Sümeyye Uslu Cönger
25/12/2024
Özcan Güngör
02/12/2024
Hilmi Demir
01/12/2024
Hilmi Demir
08/11/2024
Özcan Güngör
27/09/2024