Uluslararası Radikalizm Gözlemevi
+905534025560info@urad.com.tr06560, Söğütözü Cad. No:43 Ankara, Turkiye
“Kültürel imgeler de insanlar gibi ancak ömürlerini tamamladıklarında, imkânlarını tükettiklerinde, çevrelerine yaydıkları ışık zayıflarken tam olarak anlaşılabiliyor. İmkânları kadar vaatleri de tükenirken, kendilerine bağlanan umut dağıldığında, yerlerini başkalarına bıraktıklarında anlaşılabiliyorlar.” (Kötü Çocuk Türk, Nurdan Gürbilek)
NATO, Soğuk Savaş konsepti, yeşil kuşak, gladyo, komünizmle mücadele vb. bir sürü kavramla “cemaat”i birlikte anan yaklaşımlar/tespitler yıllardır yazılıp çiziliyor. Bunun alt yapısını çok çeşitli argümanla dolduruyorlar. Bu çeşitlilik bugünden geriye dönüp bakınca ve 15 Temmuz -kimilerine göre 17-25 Aralık, kimilerine göre ise 7 Şubat- noktasında yaşananları mihenk alarak okuyunca kendi içinde evet bir anlam ifade ediyor.
Somut verilerin yanı sıra doğruluğu şüpheli argümanlar kullanılınca bu defa doğrular da kıymetini yitiriyor. Bu yazıda piyasadaki söylemleri sıraladıktan sonra 15 Temmuz’da NATO izlerini sorgulatan 3 spesifik olaya değinmek ve sonrasında da Kerim Has’ın NATO-Cemaat ilişkisi konusundaki son söylemlerini eleştirmek amacındayım.
Konu cemaat gibi misyonu/ajandası/yöntemleri/gönüllü kadroları hedefe kilitli bir yapı olunca herşeydenher şeyden önce şunu temel veri olarak zihnimizin bir kenarında tutmak durumundayız: “Gaye için herkesle bir şekilde uzlaşma zemini aranabilir.” Nitekim Mustafa Özcan’a atfedilen “gerekirse şeytanla bile istişare ederim” cümlesi bu temel nosyona güzel bir örnektir.
Bir de unutmayalım ki “tarihte kalma” yolculuğundaki olayların iki yönü vardır:
1- Olayların bizzat içindekiler yalın bir anlatımla olguları bize aktarmadığı sürece doğru hep eksik kalacaktır.
2- Noktaları birleştirerek sebep sonuç kurgusu yazmak aldatıcı olabilir ve gerçeklerden uzaklaştırır. Ama elde başka veri olmayınca akıl hep bu yolu izler.
NATO-Cemaat İlişkisi Hakkında Mevcut Söylemler
1- Komünizmle Mücadele Derneği (KMD): 1960lı yıllar Komünizmle mücadele fikrinin kurumsallaştığı yıllar. Bu fikir üzerinde milliyetçi-mukaddesatçı-Turancı-siyasal İslamcı diye “sağ” ana başlığı altında nitelendirebileceğimiz tüm aktörler hemfikirler ve KMD bunun kurumsallaşmış hali, ilerleyen zamanda bu kurumsallaşma eyleme de dönüşüyor.
Burada F. Gülen’in KMD ile 3 noktada teması var. Bu temasları nasıl anlamlandıracağımız ise temel sorun. Dönemin atmosferini, “sağ” içinde kimlik inşa etmeye çalışan ve meşruiyet arayan dini cemaatleri/tarikatları görmezden gelerek hüküm vermek kolaycılık olur. Ayrıca, ortada Komünizm gibi dünyayı kasıp kavuran bir tehdidin olduğu da bir gerçektir. Elbette tüm aktörler, izler, temaslar incelenmeli ancak unutmayalım 50 sene geriye doğru yaptığımız boşluk doldurmalar bizi hataya sürükler.
Bu temaslar:
1- KMD faaliyetlerinde aktif rol alması,
2- Erzurum’daki KMD’nin kuruluşunda yer alması,
3- İzmir’deki KMD ve üyeleri ile ilişkileri.
Tüm bunları okurken Kırklareli yıllarından FG’yi tanıyan Abdülhamit Oruç’un Bekir Berk ile geçen diyaloğu bize çok önemli bir ipucu veriyor:
“Hocaefendi daha henüz gelmeden biz “İlim Yayma Cemiyeti” adında bir dernek kurmuştuk. O zaman aşırı soldan insanlar vardı burada. Atayolu Gazetesi diye bir gazeteleri vardı. Biz ona “Hata Yolu” derdik. Çünkü yalan yanlış yazılar yazıyor, iftira atıyorlardı. İlim Yayma Cemiyeti’ni çalıştırmamak, İmam Hatip Okulunu açtırmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Burada bir İmam Hatip açma fikri oluşunca ben İstanbul’a gittim. Durumu Bekir Berk’e anlattım. “İmam Hatip Okulları benim okullarımdır, böyle bir şey olursa ona çalışın derdi Üstad” dedi. İstanbul’dan bu desteği alınca Kırklareli’nde İlim Yayma Cemiyeti’ni arkadaşlarla kurduk ve faaliyete başladık. Tabii büyük mücadeleler verdik. Atayolu gazetesinde Ayata Beyensel diye bir zat vardı. Sürekli iftiralar atıyordu yazılarında. Mesela “Adana’daki İlim Yayma Cemiyeti başkanı, şöyle bir kötülük yaptı, şöyle bir çocuğa tecavüz etti” gibi manşetler atarak buradaki insanların zihnini bulandırmak, İlim Yayma Cemiyetine engel olmak istiyorlardı. Bunun üzerine ben bir daha Bekir Berk abiye gittim İstanbul’a.
Durumu anlattım kendisine. O da “kardeşim siz güvercin derneğini korumak için bir kartal derneği kurun” dedi. Yani Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurarsanız, onlar bu sefer İlim Yayma Cemiyeti’nin yakasını bırakırlar dedi.
Biz de geldik arkadaşlarla beraber Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurduk ve hemen faaliyetlere başladık. Fazlı Akkaya adında bir avukat vardı. Onu getirip konferans verdirdik. Bu derneği Fethullah Gülen Hocaefendi’nin gelmesine yakın aylarda kurmuştuk. Çünkü Hocaefendi geldikten sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin faaliyetlerinde fikren yön vermek suretiyle bize çok yardımcı oldu. Ondan sonra birçok konferanslar tertip ettik. Necip Fazıl Kısakürek’i defalarca getirdik. Toprak dergisini çıkaran rahmetli Egemen Darendelioğlu’nu getirdik. Çok güzel hizmetler ve konferanslar oldu.”
Yakın tarihi anlatan kaynaklara baktığımızda İzmir’de kurulan KMD’nin bir süre sonra Nurcular tarafından kontrol altına alındığı ve bu durumun tepkilere, kopmalara neden olduğu da yazılıdır. Yani görünen tabloda: Nur cemaatinin özellikle Bekir Berk ekolünün KMDleri kendi meşruiyetleri için bir araç olarak kullandıklarını söyleyebiliriz.
Zaten KMD tüzüğünün ilk maddesi KMDler etrafında oluşan fikri konsensüsü çok güzel özetliyor:
“Dernek, başta komünizm olmak üzere, yıkıcı, yıpratıcı ve bozguncu fikir ve cereyanlarla mücadele etmek, milli kültürümüzü, milli ve manevi değerlerimizi korumak gayesiyle kurulmuştur. Bu maksada ulaşmak için aşağıdaki mevzularla iştigal edilir.
En başa dönerek KMDlerin kuruluş misyonunu hatırlayalım: Truman Doktrini ile başlayan SSCByi ve ideolojisini “çevreleme” politikasının yerel sonuçları olduğu şüphe götürmez. “Dinsizlikle mücadele=Komünizmle mücadele” anlayışının ortak paydası pek çok figürü bir araya getiriyor. İlginçtir mesela Cemal Gürsel KMDlerin fahri başkanlığını yapıyor. Yani özetle, taşrada yoğunlaşan ve sayıları 120ye yaklaşan KMDler o dönem için Devletin resmi ideolojisinin sahaya yansıması. Bu yansımayı her kesim doğaldır ki kendi ajandası için kullandı.
F. Gülen’in “hizmet/aksiyon/hareket” nasıl olmalı sorusuna cevap olarak fikir dünyasını şekillendiren esaslı ve derinlikli okumaların 1960lara ve 1970lere ait olduğunu söylemek iddialı olmayacaktır. Zira 1960lar Türkiye’si hem sağ hem sol hem de İslamcı düşünceler açısından canlanma dönemidir. Örneğin, Nurettin Topçu en esaslı kitaplarını bu dönemde yazmıştır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunun ve konferanslarının en canlı olduğu dönemde 60lardır. (Altmışlı Yıllarda Türkiye’nin Siyasi Düşünce Hayatı: A.Yanık-T.Bora)
F. Gülen 90’larda kayda alınan 5. kat sohbetlerinin birisinde “N. Fazıl’ın hayatının son 10-20 yıllık döneminde okumayı bıraktığının rahatlıkla anlaşılabileceği” ifadelerini kullanır. Tarihin ironik yansımasına bakın ki (bana göre) F. Gülen ve hiyerarşik karar alıcı ortakları, SSCB’nin dağılmasını takip eden Orta Asya’ya açılım süreci ile Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı üzerinden ürettikleri “Hoşgörü-Diyalog” söylemlerinin ardından benzer bir okuma eksikliğinin içine düşmüşlerdir. Hem günceli yakalayamamışlardır hem de siyasetin cenderesinde kadükleşen bir bürokratik kadro hareketine dönüşmüşlerdir. Bu dönüşümle eş zamanlı olarak sahip olunan “rant” 15 Temmuz’a kadar yaşanan süreçte kendisini körleşme-zincirleme hatalar yapma-saldırganlaşma-canavarlaşma olarak göstermiştir.
2- 12 Eylül Darbesi’ne Güzelleme/Kenan Evren Meselesi: 12 Eylül 1980 askeri ihtilalindeki NATO izleri sanırım herkesin ittifakla kabul ettiği noktalardan. F. Gülen’in NATO konusunda en çok eleştirildiği olaylardan birisi de Sızıntı dergisinde darbe öncesinde ve darbeden sonra yayınlanan “Asker, Son Karakol” gibi başyazılarda askeri rejime yönelik yer alan ifadeler.
70lerde en genel anlamda “sağ”da yaşanan fikri ve yapısal ayrılıklar döneminde sokak hareketlerinden uzak durmakta ısrarcı olan cemaatler ve siyasi gruplar da görülür. F. Gülen cemaati ve Yeniden Milli Mücadele hareketi ilerleyen dönemlerde kadrolarının etkinliği açısından en önemlileri olarak sayılabilir.
12 Eylül rejimince alınan din dersi müfredatı gibi bazı kararları alkışlayan ve Kenan Evren rejiminin “milli-manevi değerleri gözeten” politikalarını kendi ajandası için kullanışlı hale getiren F. Gülen’in 2005 yılından Mehmet Gündem’e verdiği röportajda kullandığı ifadeler konunun özeti sayılabilir:
“Evren Paşa demokrasinin kesintiye uğraması ve daha pek çok açıdan tenkit edildi. Ama seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasiplerini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki –doğrusunu Allah bilir- hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir.”
3- 12 Eylül Rejimi’nin Alan Açması: “Devrimci solun kesin ve geri dönülmez mağlubiyeti” olarak tarif edilen 12 Eylül ihtilalinin en çok eleştirildiği konulardan birisi dini cemaatlerin/tarikatların geometrik büyümesine imkân sağlayan bir iklimi sağladığı yönündeki okumadır. “Cemaat” açısından bakıldığında kimsenin inkâr edemeyeceği şöyle bir tablo çıkar karşımıza: Askeri rejimin yoğunluğunun henüz seyrelmediği Milli Güvenlik Konseyi’nin dahi aktif olduğu dönemde bile askeri liselere ve polis kolejlerine kitlesel diyebileceğimiz sayısal çoklukta cemaatin yönlendirdiği/yetiştirdiği çocuklar girebilmiştir. (Kuleli Askeri Lisesi’nde başlayan ve diğer askeri okullara da yayılan soruşturmalar kapsamında yüzlerce öğrencinin ifadesi alınmıştı. Bir kısmı ihraç edilen öğrenciler sonraki yıllarda sürpriz isimler olarak karşımıza çıktı. İhraç edilmeyip uyarılanlardan ise 15 Temmuz darbesine katılan paşalar çıktı).
Burada cevaplanması gereken soru bu alan açmanın bilinçli ve planlı mı yapıldığı yoksa “cemaat”in mümeyyiz vasıflarından olan fırsatları rantabl değerlendirme ve kendisine alan açma becerisi neticesinde mi olduğu? Sanırım bu sorunun varsa net cevabını da asla öğrenemeyeceğiz.
15 Temmuz’da NATO İzleri
F. Gülen’in Nevval Sevindi’ye verdiği ünlü mülakatında ABD’ye ilişkin sarf ettiği pragmatik cümleleri 1991-2016 dönemindeki Kuzey Atlantik ülkelerine genel yaklaşımı anlamak açısından hatırlayalım:
“Amerika’da çok şey yapılabilir. Bizim düşünce dünyamız, bizim fikir hayatımız adına da çok şey yapılabilir. Dünyanın hâlihazırdaki durumuyla, şu çerçevesiyle, Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. “
NATO’nun, askeri mahrem birimler açısından önemini de anlamamız lazım. Cemaat “mahrem” olarak gördüğü kamu kurumlarındaki hareket tarzını 1. nüfuz etme 2. tanıma 3. alan açma 4. yayılma 5. yönlendirici seviyeye gelme 6. hâkimiyet kurma aşamalarında yaklaşık 40 yıllık süreçte tecrübe ettik. Artık 5. aşamada kurumların insan kaynakları politikalarını/tayin-atama kararlarını yönlendirebildiği aşamada aynı kurmaylık sınavları/eğitimi gibi yurtdışı daimi görevlere ve NATO görevlerine özel bir önem verdiğini görüyoruz. Basına da yansıyan haberlerden öğrendiğimiz kadarıyla, 15 Temmuz 2016 itibarıyla NATO kapsamında görevli toplam 462 subayın 237’si cemaatin mahrem birimleri ile irtibatlı. Bu %50’den yüksek bir orana karşılık geliyor. (Haber Aralık 2016 tarihli, sayı ve oran daha da yüksek olabilir.) Bu mevcudiyetin ülkelere göre dağılımına baktığımızda:
BELÇİKA: 140 NATO subayından 78’i hakkında işlem yapıldı.
ALMANYA: 77 NATO subayından 32’si hakkında işlem yapıldı.
ABD: 39 NATO subayından 26’sı hakkında işlem yapıldı.
İTALYA: 62 NATO subayından 25’i hakkında işlem yapıldı.
HOLLANDA: 32 NATO subayından 17’si hakkında işlem yapıldı.
İSPANYA: 16 NATO subayından 8’i hakkında işlem yapıldı.
Diğer NATO Karargâhlarında da 51 subay hakkında işlem yapıldı. Toplam 58 subayın eşi KPSS şüphelisi.” bilgilerine ulaşıyoruz.
Şimdi gelelim 15 Temmuz öncesinde the cemaat’in özel/hususi/mahrem birimlerinde gördüğümüz NATO izlerine:
1. Eski Zaman gazetesi muhabiri Ahmet Dönmez “Cemaat 15 Temmuz’a İçerden Adım Adım Nasıl Sürüklendi” başlıklı uzun yazı dizisi ile mevcut hiyerarşinin ve ABD’deki yönetici kadronun tepkilerini üzerine çekmişti. Bu yazı dizisinde yazmadığı ancak Youtube kanalında yaptığı bir yayında “15 Temmuz öncesinde Ankara’da, NATO’da görevli ABD’li subayların Cemaate yakın kuruluşlarda yaptıkları görüşmelerde darbeye ilişkin nabız tuttuklarını, F. Gülen’e çok yakın isimlerde kendilerini NATO’nun tuzağa düşürdüğü kuşkusunun olduğunu” söyledi.
2. Ankara 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde “TÜRKSAT’ın İşgali” davasında yargılanan sivil mühendis U. Özüdoğru’nun Nisan 2017’de mahkemede verdiği beyanı darbeci cuntanın NATO-ABD konusundaki tutumunu ortaya koyuyor.
“Fuat kod Ramazan Genç, bana dönerek, elini omuzuna götürdü ve ‘Amcalar, Amerika ile anlaşmış, müdahale olacak.’ dedi. Elini omuzuna götürüp apolet işareti yapınca işin içinde askerin olduğunu anladım.
Danışmanlık dedikleri iş bu. Bana, ‘Askerler, sizi bazı yerlere götürecekler. Bilgisayarla ilgili bir şey olursa size soracaklar, sormazlarsa bir şeye karışmayın. Bütün komuta kademesi anlaştı, ABD ve NATO’nun onayı ve izni var.” dedi.
3. Yine Ahmet Dönmez’in yazı dizisindeki 15 Temmuz ve Bazı Ölümcül Gerçekler (15.10.2021) başlıklı yazıda yer alan Emniyet mahrem yapılanmasında yöneticilik yapan Bora kod adını kullanan İlhan Türkmen’in darbeden aylar önce ABD’de söylediği sözler cuntanın merkez üssündeki psikolojiyi bize çok net gösteriyor.
“Türkiye’de emniyet teşkilatında görev yapıp da o sırada ABD’de bir üniversitede akademisyen olarak bulunan M.H., kız kardeşinin düğünü için memleketine gitme hazırlıkları yapmaktadır. Kendi anlatımına göre 2016 Haziran ayında, Bora müstear isimli Cemaat abisi (İlhan Türkmen) kendisini ziyarete gelir. Ona 22 Temmuz’da kız kardeşinin düğünü olduğunu, bu yüzden Türkiye’ye gideceğini söyleyince, “Sakın gitme. Türkiye’de darbe olacak,” karşılığını alır. Aralarında hararetli bir konuşma başlar. Devamını M.H.’den dinleyelim: “Bana dedi ki, ‘Darbe olacak. Kesin. ABD’den onay aldık. En üst düzeyden onay alındı. 6 ay önce görüştüğümüzde, hayır demişlerdi, size destek vermeyiz, sonucu tanımayız demişlerdi ama artık tamam dediler.’ Aynen bunları söyledi.”
Açık kaynaklardan ulaşabildiğimiz sahaya yansıyan bunlar gibi kim bilir muhatapların uhdesinde daha kaç olay var bilmiyoruz. Ahmet Dönmez de gazetecilik prensipleri gereği kimi isimleri söylemediğini/söylemeyeceğini ifade ediyor. Dolayısıyla, herkesin yaptığı gibi parçalardan anlam çıkarmaya çalışıyoruz.
Tüm bu yakın tarih okumalarından sonra, güncel NATO-Cemaat ilişkisi kapsamında değerlendirebileceğimiz somut gelişmeleri 15 Temmuz darbesinin ardından ve güncel NATO zirve toplantıları öncesinde gözlemliyoruz.
Şimdi tüm bunlar ortadayken Rusya’da yaşayan ve çok bariz mahrem birimlerle entegre çalışan Kerim Has’ın “NATO, cemaat mensubu askerleri yerli ve milli oldukları, sanıldığı gibi NATO’ya tam bağlı olmadıkları için 15 Temmuz ile tasfiye etti” söylemi ne kadar gerçekçi olabilir? Bu konuda tek diyebileceğim katkı, bunca yıllık alan açılmasına ve win-win yaklaşımlarına rağmen, mahrem birimleriyle ve korsan devlet hiyerarşisi/networküyle bu denli büyüyen, limitlerini-hudutlarını bilmedikleri bir yapıya NATO bile sınırsız kredi açmadı.
NATO’yu faaliyet ajandaları için adeta koruyucu bir “şemsiye” olarak görenler, şemsiyenin farklı bir fonksiyonuyla tanışmak durumunda kalabileceklerini -kabul etsinler- hiç düşünmemişlerdi.
Son söz olarak, tüm tarih okumalarının illiyet bağı kurma noktasında sorunlu olabileceğini, mutlak gerçekliğe belki hiç ulaşamayacağımızı belki de ancak tanıkların samimi anlatımları ile anlayabileceğimizi yinelemek istiyorum.
Latife Sümeyye Uslu Cönger
25/12/2024
Özcan Güngör
02/12/2024
Hilmi Demir
01/12/2024
Hilmi Demir
08/11/2024
Özcan Güngör
27/09/2024